Muhyiddin İbni Arabi resmi

“Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun.” (Muhyiddin İbni Arabi)

Muhyiddin İbni Arabi (ks) ve hayatı hakkında bilgi vermeye çalışmadan önce kendisi hakkında birkaç kelam etme cüretinde bulunmak istiyorum. Kendisiyle yüz yüze tanışabilmek gibi bir şeref ve şansa sahip olamadığım gibi, kendisinin benim için önemini dilin kifayetsiz kelimeleri ile anlatmaya çalışacak, ancak ne kadar çabalasam da bundan çok uzakta kalacağım.

İbni Arabi (ks), engin kişiliği ve ruhaniyeti sebebiyle kitapları, tasavvuf yolları ve Allah’ın ihsan ettiği muhabbet duyguları aracılığı ile dahi tanındığında, insanı dehşet ve hayranlık hisleri içerisinde sürükleyen bir şahsiyettir. Bu sebepledir ki, kendisinden istifade etme imkanı bulanlar tarafından Şeyh-i Ekber, Sultanü’l Arifin, Kutb’ü Humam ve Kibrit-i Ahmer olarak tanımlanmaktadır. Endülüs’te ise İbni Sekara olarak bilinir.

Öncesindeki okuma, anlama ve pratiklerimi aslında “O’nu anlayabilme yolunda bir hazırlık aşaması” olarak tanımlamama sebep olacak düzeyde önemli olan İbni Arabi, çağlar gerisinden bugünüme dokunarak nefesini hissettirmiş, ilmi ve irfanı ile aydınlatmış, bilimi ile de yol göstermiştir. Ruh ve akıl olarak kendimi yakın bulduğum tasavvufun beni sarıp sarmalayan, kimi zaman tatlı, kimi zaman zevkli, kimi zaman ürpertici hallerinin ardından, Muhyiddin İbni Arabi (ks) boşluktaki yalnızlığıma, dumanlı akıl ve gönlüme bir rehber, bir derman olmuştur. İbni Arabi (ks) ile tanışmam felsefe ve psikolojiye olan ilgimin kaçınılmaz şekilde kesiştiği tasavvuf ile ilgilenmeye başlamamdan yaklaşık üç ay sonrasına denk gelir. Tassavuf hakkında temel bazı bilgilere sahip olmama rağmen, derinlemesine ve detaylı olarak yönelmeme bağlı okuma, öğrenme ve anlama iştahımı doyurma çabalarımın en önemli noktasında kendisiyle tanışıp, yepyeni ve anlatılmaz bir tasavvufi derinliği fark ettim.

Hayat içerisinde sürekli yalpalayarak, hatalar ve günahlar denizinde batıp çıkan birisi olarak, hayata, hayatıma, karakterime, düşünce dünyama ve varlığıma en yakın açıklamaları, gene şahsıma en uygun dil ve bakış açısı ile anlatan, o kirli deniz içerisinde umudu kaybetmeden sarıldığım bir ipin sahibidir İbni Arabi (ks).

En karanlık gecelerimin kandilini, en karamsar anlarımın umudunu simgeleyen yegane insandır. En kötü anlarımda kitaplarından birisini okumaya başlayarak kendimi rahatlatmamı sağlayan, saçtığı ışıkla en derinlerimde ki “ateşi” harlayan bu yegane insana Allah’tan rahmet, merhamet ve ihsanların en bolunu diliyorum. Peygamber efendimizin dizi dibinde cennet sohbetlerinde bulunmasını, o en çok arzuladığı müşahedeye ulaşmasını, hata ve günahlarından rahmet havuzlarında temizlenerek ahiret gününde yolumuzu aydınlatan, elimizden tutan ve şefaat iznini bizim için de kullananlardan olmasını Allah’tan diliyorum.  Selam ve rahmet üzerine olsun.

Muhyiddin İbn-i Arabi (ks)

İbni Arabi (ks), 7 Ağustos 1165 Cumartesi günü, kadir gecesinde Endülüs Mürsiye’de doğmuştur. Babası Ali İbni Muhammed, İbni Arabi’yi küçüklüğünde İslam Felsefesinin babası kabul edilen ünlü alim ve bilim adamı İbni Rüşd ile tanıştırmıştır. İbni Rüşd’e hayran kalan İbni Arabi, kendisini tekrar ziyaret etmek istemiş ancak bir gece rüyasında İbni Rüşd ile aralarına bir perde çekildiğini görmüştür. Bunu aralarında ki meslek ve meşrep farklılığına yorarak, ilahi bir uyarı olduğu düşüncesiyle görüşmekten vazgeçmiştir.

Bugün baktığımızda, İbni Arabi nasıl tasavvuf ve gönül ehlinin yıldızı ise, İbni Rüşd de İslam Felsefesi olarak tanımlanan akılcı İslam akımının yıldızıdır. Bu bize, “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” diyen Peygamberimizi (sav) hatırlatmaktadır. Bu noktada İbni Arabi’nin İbni Rüşd’e yakınlık duymasının dışa vurumu olarak şu sözleri de akla gelmektedir: “Hakikat, ister filozof tarafından keşif ve ilham yoluyla ifade edilmiş olsun, isterse mukaddes kitaplar tarafından telkin edilmiş olsun, ikisi müsavidir. Yeter ki hal’e ve makama uygun olsun.”

Bu ve benzeri tanışıklıklar göstermektedir ki, Muhyiddin İbni Arabi (ks) soylu ve ilişkileri kuvvetli bir ailenin mensubudur. Sekiz yaşında ilim tahsili için dönemin en ünlü ilim merkezlerinden birisi olan İşbiliye’ye gitmiştir. Burada İbni Beşküval ve ünlü hadis bilgini Ebu Muhammed’den ilim tahsil etmiştir.

Tasavvuf yoluna girmesi yirmili yaşlarına denk düşer. Doğuya yaptığı seyahatlerinin ardından Konya’ya yerleşmiş, Sadreddin Konevi’nin dul annesiyle evlenmiş ve Konevi’yi yetiştirmiştir. Muhyiddin İbni Arabi, Abdülkadir Geylani (ks)’nin: “Benden sonra Mağrip diyarından aziz bir zat zuhur edecektir, bu hırkamı ona teslim ediniz.” vasiyeti ile bu hırkayı teslim aldığını ve manevi oğlu Sadreddin Konevi’ye teslim ettiğini Fasu’l Hitap isimli eserinde anlatır.

Kendisinin El – Futuhatü’l Mekkiyye isimli eseri başta olmak üzere, belirttiği kadarıyla 54 farklı alimden zahiri ilimleri ve çok daha fazla alimden de batıni ilimleri tahsil etmiştir. İbni Arabi (ks) seyahatlerinde her zaman programlı davranmış ve gittiği yerlerde mutlaka bir alim kişinin bulunmasına dikkat etmiştir. Her gittiği yerde bu kişilerle görüşmüş, kendilerinden istifade etmiştir. Bu görüşmeleri bazen ilim ve irfan olarak kendisinin daha ileri olduğu kişilerle gerçekleşmiş, ancak kitaplarında bu kişilerin hepsinden şeyhlerim, hocalarım diye bahsetmiştir.

Sayısı 500′e ulaşan eserleri arasında Fususu’l Hikem ve 37 ciltten oluşan, 30 yılda tamamladığı El – Futuhatü’l Mekkiyye isimli kitapları en önemlileri olarak sayılabilir.

Ebu’l-Ala Afifi bu konuyla ilgili şöyle der :

“Her ne kadar Muhyiddin İbni Arabi’nin çıkış noktası esas itibariyle tasavvuf olsa da, İslami ilimlerin tüm dallarında eser vermiştir. Tasavvuf doktrini ve uygulamaları, tefsir, siyer, felsefe, edebiyat, şiir ve tabiat bilimleri üzerine eserler kaleme almıştır. Muttaki bir zahid ve sufi olmasının yanında fıkıh, kelam ve felsefe alanlarında da önde gelen bir alimdir. Eserleri tüm bu konuların dikkat çekici bir harmanıdır.”

Muhyiddin İbni Arabi, felsefe, fıkıh, tasavvuf ve diğer ilgi duyduğu tüm ilim ve bilimleri ileri düzeyde bilmekte, bunları kullanmakta ve yeri geldiğinde de tenkit etmekteydi. Tasavvufun felsefileşmesi noktasında önemli adımlar atmış, felsefe konularını tasavvufi bir bakış açısı ile eserlerinde işlemiş ve adeta, her şey tasavvufta vardır ama tasavvuf her şeyde yoktur, demiştir.

“Filozofların her söyledikleri batıl değildir. Eğer gerçekleri bilmiyorsak, muayyen bir meselede filozofların doğru olan sözlerini tespit etmemiz gerekir.” diyerek filozofları korumuş ve destek çıkmış ve onları 6 farklı gruba ayırarak sadece bir grubun doğru yolda olduğunu düşündüğünü belirtmiştir. Kısacası, İbni Arabi (ks) tasavvuf yolundaki filozofları kabul etmiş, diğerlerini kabul etmemekle birlikte sözlerindeki doğruluklardan istifa edilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Diğer taraftan tasavvuf ehli olan kişileri de tenkit etmiştir. Örneğin, çok değer vermesine ve eserlerinden yararlanmasına karşın Gazali ve Kuşeyri’yi de bazı konularda tenkit etmiştir.

Hicri 638, Miladi 16 Kasım 1240′da Şam’da vefat etmiştir. Kabri Şam’ın Salihiyye bölgesinde, Kasyon dağı eteklerindedir. Osmanlı Sultanlarından Yavuz Sultan Selim’in Şam’ı fethetmesinin ardından, Arabi’nin ünlü sözü ile (Sin Şın’a girdiği zaman Muhyiddin’nin kabri bulunur.) kabri bulunmuş ve üzerine bir türbe yaptırılmıştır.

Türbesinde şunlar  yazılıdır ;

“Kabrü Muhyiddin İbnü’l Arabi,  Küllü men lazebehu ve zarehu, Kadıyet hacatühu min ba’di ma, Gafare’l-Bariü lehu evzarehu”

ve

“Felikülli asrın vahidün yesmu bihi, ve ene li baki’l-asri zake’l vahidü.”

“Muhyiddin İbn Arabi’nin kabridir bu. Kim O’na bağlanırsa ya da O’nu ziyaret ederse, ihtiyaçları giderilsin ve Allah günahlarını affetsin.”

“Her asır büyük bir şahsiyet ile anılır; bundan sonraki asırlar da benim adımla anılacaktır”.

Muhyiddin İbni Arabi (ks) ve Tasavvuf

Muhyiddin İbni Arabi (ks) ve eserleri, Kur’an ile sünnetten kaynaklanan metafizik ve tasavvufi doktirinin zirvesidir. İbni Arabi’nin tasavvuf anlayışı, zahiri ile çelişmeyen bir batıni anlayış ve bakış açısıdır. Bunun anlamı, Kur’an ve sünnetten alınan görünür anlamların, emirlerin, yasakların, pozitif ve negatif tavsiyelerin hepsi ile tam uyumlu olan bir derinlikli anlayışa bağlı idrak metodudur. Bu derinlikli anlayış ve idrak asla ama asla Kur’an ve sünnet ile çelişemez, çelişmesi halinde doğru kabul edilmez ve hemen terk edilir. Bu derinliğin sağlanmasının en temel ve ilk adımı, zahiri ilimler olan Kur’an, hadis, sünnet, kelam ve fıkıh gibi konularda ilerlemenin ardından, uzun ve zorlu bir nefs terbiyesi yolunda gönül ile Allah’ı arama yolu olan tasavvufa girmektir.

Muhyiddin İbni Arabi (ks)’ye göre akıl bağlı ve sınırlıdır, ancak kalp bağsız ve sınırsızdır ve dolayısı ile kalp akıldan üstündür. Keza akıl, dünyevi ve beşeri konuları tam, ilahi konuları ise bir noktaya kadar idrak edebilir ve sonrasında aciz kalır. Ancak kalp hem beşeri, hem de ilahi tüm konuları kavrayacak, anlayacak ve idrak edecek kabiliyete sahiptir.

Tasavvuf yolunda bahsedilen “ilham” ve “keşf”, aslında kalben iman ve bedenen amel konularını belirleyen Kur’an ve sünnet kaynağının “hal” ve “mana” olarak yaşanması ile ulaşılan bir idrak, bir derin anlayış, bir içselleştirme çeşididir denebilir.

Kaynağı belli olanın istikameti belli olacağından, yoldaki sapmaların kaynağı aldanma ve hatadır. Asla kaynak ya da tasavvufun kendisi değildir. Tasavvufun mahiyeti;  ayet ve hadislerin aklı aşan mahiyetlerini kalbin kavrayabilmesi amacıyla güçlü bir azim ve sabır ile gerçekleştirilen nefs terbiyesi ile temizlenmek ve derin bir kavrayış ile direkt ifade edilmeyen gerçekleri görebilmektir. Bu yolda,  ihsan olunan “ilham” ve “keşf”e bağlı derin anlayış ve idrakler, ancak o kişinin kendisi için bir bağlayıcılık ifade eder. Tasavvuf ehli tarafından da, diğer insanlara  açıklanması genel anlamda doğru bulunmaz.  Zahiri ilimlere bağlı alimlerin (kelam ve fıkıh) tasavvuf ehlini, örneğin Hallac ve Muhyiddin İbni Arabi gibi kişileri, eleştirme ve tenkit etmelerindeki en önemli sebeplerden birisi de budur.

İbni Arabi (ks), Vahdet-i Vücud anlayışını zirvesine taşıyan, tam anlamıyla içeriğini doldurarak geliştiren, aynı zamanda ilk defa en doğru ve anlaşılır şekilde metodik-sistematik bir dille anlatan kişidir. Arabi, kendisinden önceki sufilerin rubai ve sözlerinde gizli kalmış ve saklanmış manaları açık şekillerde formüle etmiş, detaylıca anlatmış ve en derin şekilde izah ederek istifadeye sunmuştur.

Vahdet-i Vücud anlayışı kelam ve fıkıh alimleri tarafından eleştirilmekte ve bazı ünlü alimler tarafından da (İmam Rabbani (ks) gibi) tenkit edilmektedir. Burada bilinmelidir ki, tasavvuf ehli içerisindeki kişiler dahi makam ve hallerine bağlı olarak benzer konularda farklı tecrübelere sahip olabilir, karakteristik yapıları gereği daha temkinli ve ihtiyatlı davranma yolunu seçebilirler. Ancak bu, Kur’an ve sünnete uygun olduğu müddetçe yolların doğruluk ve yanlışlığına değil, ancak farklılığına dalalet eder.

Vahdet-i Vücud anlayışı, Bir’de yokluktur. Allah’da yok olurken, O’nda var olmak ama O’nun asla ve asla sende var olmamasıdır. Var olan her şey aslında bir ve tek olanın bir yansıması, bir gölgesidir. Asıl olan gölge değil, gölgenin sahibi olduğundan, bu alemin geçiciliği de gölgeye benzer. Her bir gölge aslında O’nun bir isminin sadece tecellisidir.  Bu sebeple aslında hiçbiri yoktur ve ancak O vardır.

Bu konunun anlatımı kendi başına bir yazı gerektireceğinden kısaca geçmeyi uygun görüyor, bir başka yazıda kısmetse bahsetmeyi umuyorum. Ancak belirtmeden geçmemek açısından, bazı alimlerce Vahdet-i Vücud, Fena makamında kalmanın bir yanılgısıdır.

Muhyiddin İbni Arabi (ks), tasavvufi anlamda birçok yenilikler de getirmiştir. Bahsettiğimiz Vahdet-i Vücud bunlardan birisidir. Diğer noktalarda ise örneğin; İlmin maluma tâbi olması ve rahmetin her şeye şamil olması ile azabın daim olmaması sayılabilir. İnsan-ı Kamil olarak bilinen ve tasavvuf yoluyla Allah’a yaklaşan ideal insan modeli nazeriyesinin de sahibidir.

İbni Arabi’yi anlayabilmek, kendi eserlerini ve hayatını bilmenin yanında; Kuşeyri’nin Risale-i Kuşeyri, Serrac’ın Luma’sı, Kaşani’nin Istılahat-ı Sofiye’si, Kelabazi’nin Taarruf’u ve Cürcani’nin Kitabaü’t Tarifat’ı gibi eserleri de bilmeye tâbidir. Keza, derin anlayış ve öğrenimin uzağından İbni Arabi’nin söylemlerini anlamak, diğer tüm tasavvuf ehlinin eser ve rubailerini anlayabilmek kadar imkansızdır. (Hayyam’ın rubailerinin yanlış anlaşılması gibi.)

Selçuklu padişahlarından diğer bölge hükümdarlarına, Türk tasavvuf hayatının önemli alimlerinden, İtalyan şair ve filozof Dante’ye  (Escatologia Muslumana Enla Divina Comedia) kadar bir çok yerli ve yabancı, eski ve yeni şahsiyeti derinlemesine etkileyen İbni Arabi’nin eserleri birçok farklı dile çevrilmiştir.

O bir derya ve hikmettir, onu anlamak ancak Hakkı anlamaktır. Hakkı anlamak ise nasip işidir.

O sönmeyen yıldızların en kuvvetlilerinden, en değerlilerindendir.

O’nun yolu, hikmete giden ve canlıların nefesi sayısınca olan yolların en aydınlık olanlarındandır.

Rahmetle, ruhuna bir Fatiha ricası ile burada durmaz isek, onu anlatmanın sınırı olmadığını ispatlarcasına yazmaya devam edeceğiz.

Kendi dilinden bir rubai ile bitirelim;

“Biz aşktan sudur ettik,

Aşk üzere yaratıldık,

Aşk’a doğru yöneldik,

Aşk’a verdik gönlümüzü.”

alıntı